DENİZEVİ Admin
Mesaj Sayısı : 750 Yaş : 65 Nerden : BALIKESİR ÜLKESİ : Tecrübe Puanı : 1448 Teşekkür : 2 Kayıt tarihi : 22/12/08
| Konu: Vefâtı-2- Ptsi Mart 16 2009, 13:05 | |
| Eshâb-ı kirâm, Resûlullah efendimizin vefâtı üzerine pekçok üzülüp gözyaşı döktüler. Çoğunun dili tutulup bir müddet konuşamaz oldu. Ebû Bekr radıyallahü anh Resûlullah’ın yanına girip mübârek yüzünden örtüyü kaldırarak mübârek alnından öptü. Sonra başını kaldırıp, mübârek alnından tekrâr öpüp; “Âh Sâfi” dedi. Bir daha öpüp, “Âh dost” dedi. Sonra mübârek pazusunu öpüp ağladı. “Anam babam sana fedâ olsun! Dirin ve ölün tayyib, temiz ve ne güzeldir!” dedi. Ve; “Eğer ihtiyârımız elimizde olsaydı canlarımızı yoluna fedâ ederdik. Eğer sen bizi men etmeseydin, gözlerimizden pınarları akıtırdık.” Sonra salâtü selâm okuyup; “Yâ Resûlallah, bizi Rabbinin katında hatırla.” dedi. Sonra dışarı çıktı. Mescitte minbere çıkarak Eshâb-ı kirâma bir hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve senâ etti. Resûl-i ekrem efendimize sallallahü aleyhi ve sellem salât okudu. Sonra şöyle dedi: “Her kim Muhammed’e îmân etmişse bilsin ki, Muhammed aleyhisselâm vefât etti. Her kim Allahü teâlâya tapıyorsa O, Hayy, diri ve Bâkî’dir, ölmez, ebedîdir.” buyurdu ve sonra; “Muhammed de kendinden önce geçen Resûller gibi Resûldür. Eğer O vefât eder, yâhut öldürülürse, siz dîninizden, yâhut cihaddan, eski hâlinize dönecek misiniz? Böyle değişen, Allahü teâlâya zarar vermez, kendine zarar eder. İslâm ve sebatta şükredenlere muhakkak mükâfat verecektir.” (Âl-i İmrân sûresi: 144) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Hazret-i Ebû Bekr Eshâb-ı kirâmı ve Ehl-i beyti teselli etti. İlk anda acı haber üzerine çok şaşıran Ömer radıyallahü anh, Ebû Bekr’i radıyallahü anh dinleyince kendine geldi. Peygamberimizin vefât ettiği gün Eshâb-ı kirâm yapılan umûmî bir bîatle hazret-i Ebû Bekr’i halîfe seçtiler.
Resûlullah efendimizin cenâzesi vefât ettiği günden sonra, salı günü yıkandı ve kefenlendi. Gasl (yıkama) işine bizzat hazret-i Ali, hazret-i Abbâs ve hazret-i Abbâs’ın oğulları Fazl ve Kusem de yardım ettiler. Üsâme ile Şukran Sâlih radıyallahü anhümâ da su döktüler.
Peygamber efendimiz gömleği üzerinde olduğu halde üç kere yıkanıp üç kat yeni beyaz kefene sarıldı. Bundan sonra mübârek cesedi sedir üstüne konulup bulunduğu odanın kapısıEshâb-ı kirâma açıldı. Eshâb-ı kirâm grup grup odaya girip cenâze namazı kıldılar. Salıyı çarşambaya bağlayan gece (çarşamba gecesi) yarısı mübârek rûhu alındığı yerde defn olundu. Mübârek cesedini kabre Ali, Fadl, Üsâme ve Abdurrahmân bin Avf radıyallahü anhüm indirdi. Kıyâmet günü kabirden en önce O kalkacaktır. En önce O şefâat edecektir. En önce O’nun şefâati kabul olunacaktır. Cennet kapısını önce O açacaktır.
Resûl-i ekrem efendimizin vefâtı üzerine bütün Müslümanların kalpleri yandı, çok üzüldüler. Peygamber efendimiz bizim bilmediğimiz bir hayat ile, şimdi kabrinde hayattadır. Cesed-i şerîfi aslâ çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin söyledikleri salevâtı kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arası Cennet bahçesi gibi kıymetlidir.
Kabr-i şerîfini ziyâret etmek, tâatların büyüğü ve ibâdetlerin en kıymetlisidir: “Beni ziyâret edene şefâatim vâcib olur.” buyurmuştur.
Hazret-i Fâtıma, babasının vefâtından duyduğu üzüntüyü şu mersiye ile dile getirdi: “Benim üzerime öyle musibetler döküldü ki, eğer onlar gündüzlerin üzerine dökülseydi gece olurdu.”
Peygamber efendimizin görünüşünün anlatılmasına İslâm terminolojisinde “Hilye-i Saâdet” denilmiştir. Peygamberimizin mübârek bedeninin dış görünüşü bütün incelikleriyle bu Hilye-i Saâdet yazılarında bildirilmiştir. Bunları okuyanlar, Peygamber efendimizin rûhen olduğu gibi bedenen de hiç eksiksiz ve kusursuz, insanların en güzeli ve her bakımdan en üstünü olduğunu anlarlar. İslâm dünyâsında bu konuda pekçok eser yazılmıştır.
Peygamber efendimizi medheden on binlerce kitap, kasîde ve diğer eserler yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahi, O’nu methetmekten âciz olduklarını beyan etmişlerdir.
Arap, Fars ve Türk edebiyâtında görülen Nâtlar hep O’nun için yazılmıştır.
Resûlullah efendimiz günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, ediplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların herbiri O’nu biraz inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler. Müslüman olmayanlar, Habîb-i ekrem efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle berâber, O’na peygamber gözüyle bakmadıkları için, O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar. Müslümanlar da Peygamber efendimizin güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektediler. Bunlardan zâhir âlimleri O’nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir. Ulemâ-i râsihîn denilen hem zâhir ve hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri ise O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh gelmektedir. O, Resûlullah efendimizdeki nübüvvet nûrunu görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, O’na âşık olmakta öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh gibi olamamıştır. Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh her an, her baktığı yerde Resûlullah’ı görürdü. Bir keresinde hâlini; “Yâ Resûlallah! Nereye baksam sizi görüyorum. Helâda bile, karşımdasınız, utanıyorum.” diye arzetmişti. Bir keresinde de; “Bütün iyiliklerimi, sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim.” demişti. Resûlullah efendimizin güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de zevcât-ı mutahheradan, müminlerin annesi hazret-i Âişe idi. Âişe radıyallahü anhâ âlime, müctehide, akıllı, zekî ve edibe idi. Gâyet beliğ ve fasih konuşurdu. Kur’ân-ı kerîm’in mânâlarını, helâl ve harâmları, Arap şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi.
Resûlullah’ı metheden şu iki beyti Âişe radıyallahü anhâ söylemiştir:
Ve lev semia ehlü Mısra evsâfe haddihî. Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüf’e min nakdin.
Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû. Le âserne bilkatil kulûbi alel eydi.
“Eğer Mısır’dakiler, Peygamber efendimizin yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı. Güzelliği dillere destan olan Yûsüf aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelîhâ’yı Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu diyerek kötüleyen kadınlar Resûlullah’ın parlak alnını görselerdi ellerinin yerine kalplerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”
Yine hazret-i Âişe buyuruyor ki: “Bir gün Resûlullah mübârek nalınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübârek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nûr saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakıp; “Sana ne oldu ki böyle dalgın duruyorsun?” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Mübârek yüzündeki nûrların parlaklığına ve mübârek alnındaki ter tânelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim.” dedim. Resûlullah kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını(alnımı) öptü ve; “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim.” buyurdu. Yâni, senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur, dedi.” Hazret-i Âişe’nin mübârek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullah efendimizi severek, O’nun cemâlini anlayarak gördüğü için âferin ve takdir olmaktadır.
Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerîm’de geçen isimlerinden biri de Kur’ân-ı kerîm’in kalbi olan Yâsîn sûresindeki “Yâsîn” kelimesidir. Ulemâ-i rasihînin büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri; “Yâsîn, ey benim muhabbet deryamın dalgıcı olan habîbim, demektir.” buyurmuştur. Bu deryânın ismini duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip nasîbi kadar derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullah efendimizin aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryâdlar, içli gözyaşları ve yakıcı mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve meşhurlarından olan ve bu muhabbet deryasından büyük pay sâhibi olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de Sevgili Peygamberimize olan; muhabet ve aşkını dile getirdiği kasîdelerinden birinde şöyle demektedir:
Server-i âlem, sana âşık olup da, yanarım! Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.
Kâbe kavseyn tahtının sultânı sen, ben hiçim. Misafirinim dersem saygısızlık sayarım.
Her şey cihanda senin şerefine bilirim. Rahmetin yağsa bana hergün olur bahârım.
Herkes Kâbe’yi tavâf için gelir Hicâz’a, Sana kavuşmak için ben dağları aşarım.
Seadet tâcına kavuştum ben rüyâda. Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanarım.
Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmî! Dîvânında şu yazılar, oluyor, tercümânım.
Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi, Senin ihsân denizinden bir damla arzularım.
Resûlullah’ı sevmek, bütün Müslümanlara farz-ı ayndır. O’nun sevgisi bir gönüle yerleşirse, İslâmiyeti yaşama, îmânın ve islâmın tadına doyulmaz zevkine ermek ne kadar kolay olur. Bu sevgi, iki cihânın efendisine tam uymaya sebeptir. Bu sevgiyle Allahü teâlânın Habîbine ikrâm ettiği sonsuz ve târife sığmaz nîmetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük, büyük her Müslümanı doğrudan doğruya Resûlullah’ın sevgisine götüren Ehl-i sünnet âlimleri ve kitapları bu bereketlerin senetleridir. | |
|